"Veee İstanbul’un
en şaheser sanat etkinliği BİENAL başladı! İki yıldır tüm İstanbul’u ve bu
kentte yaşayan herkesi kapsayacak şekilde hazırlıkları yapılan bienal için, her
disiplinden onlarca sanatçı yaratıcılıklarını ortaya koydu. Uzun süren hazırlık
çalışmaları boyunca yapılan toplantılar sonucunda, sanatın tüm yaşamın bir
parçası olduğu gerçeğinden hareketle, atölyeler aracılığıyla semtlerden
merkezlere yüzlerce ürün, ana tema olarak belirlenen 'sanat ve siyaset' ilişkisini gösterecek. İki ay sürecek bienal süresince sokak sokak cadde cadde bir
çok farklı çalışma sergilenecek."
Bu çapsız gönül isterdi ki, 12.si yapılan İstanbul Bienali’yle ilgili bu minvalde haberler okuyalım. Ama tabii ki öyle olmadı. Aynı geçen bienalde olduğu gibi bam telimizi zıplattılar. Arkasını holdinglere dayamakta sakınca görmeyen ve artık İstanbul’da sanat tekeli haline gelen İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), sırtını mı dayadığı desek yoksa önüne koyduğu mu desek KOÇ’ları da yanına (ötesine, berisine her yerine) alarak bir bienale daha imza attı. İmza attı diyorum çünkü bağımsızlığın b’sinden anlamayan ikaseveciler, tam da bir iş sözleşmesiyle dünyanın sanatçısını ayağımıza getirdiği iddiasında.
KOÇ’la
10 yıllık yani 5 bienallik sözleşme imzalayan ikaseve binealinin bu yılki
teması (havalı söyleyişle kavramsal çerçevesi) da en az geçen seferki kadar
ilginç: Sanat ve Siyaset ilişkisi.
Bienal kitapçığında “Buradan daha iyi bir
yer yok” başlığıyla yazdığı önsöz’de bunu şu iddialı cümleyle açıklıyor Bige
Öger: “Sanatın dünyayı anlama ve
değiştirme gücüne olan inancımızla, bu serginin yaşadığımız dünyayı daha iyi
bir yere dönüştürme çabasıyla hazırlandığını söylemek mümkün.” Sanatın
dünyayı anlama ve değiştirme gücüne ne kadar inanıyorsam BU SERGİNİN bunu
başarabileceğine de o kadar inanmadığımı belirterek devam edeyim kitapçıktan
alıntılamaya. Yine serginin küratörleri Jens
Hoffmann ve Adriano Pedrosa "12. İstanbul
Bienali alçakgönüllü bir duruş sergilemeye çalışıyor, ama sanatın, toplumsal ve
siyasi değişimin bir aracı olduğu konusunda kuşkumuz yok.” diyorlar,
kimlerle çalıştıklarını bilerek ya da bilmeyerek…
Tam
bu noktada bir soluklanıp kulak verelim:
Banka kurmanın
yanında banka soymak ne ki be ustam?
İroni,
bu yılki bianelle sınırlı kalmıyor. Geçen bienale de dönüp bir göz atmak
gerekiyor. Zira 11. İstanbul bienalinin “kavramsal çerçevesi” de Bertolt
Brecht’in ilk kez 1928 yılında sahnelenen Üç Kuruluşluk Opera’sının ikinci
perdesinin kapanış şarkısı idi; "İnsan Neyle Yaşar?"
"İnsan neyle
yaşar: Ezip hiç durmadan
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı,
İnsanlığını unutmalı insan.
Katı gerçek budur, kaçınılmaz.
Kötülük yapmadan yaşanmaz."
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı,
İnsanlığını unutmalı insan.
Katı gerçek budur, kaçınılmaz.
Kötülük yapmadan yaşanmaz."
Avrupa’da
faşizm kol gezerken, ertesi yıl borsaların çöküşüyle bütün kapitalist sistemi
tehdit eder hale gelen ekonomik kriz kapıdayken kaleme alınan ve sahnelenen
oyun, doğrudan doğruya bir düzen eleştirisiydi.
1929 krizinden tam 80 yıl sonra 2009’da tekerrür etmesi kaçınılmaz
ekonomik kriz en yoğun şekilde dünyayı sarmalamışken, canım ülkemi ise teğet
geçmekteyken sokaklarda gördüğümüz afişlerse gözlerimizi yerinden oynatacak
cinstendi: “Banka kurmanın yanında banka soymak ne ki?”
İmzasız
afişlerin bir süre sonra bienalin bir ürünü olduğunu öğrendiğimizde, afişleri ilk gördüğümüzde yaşadığımız
şaşkınlığı yaşamadık. Ne de olsa “devrim yapılacaksa onu da biz yaparız” diyen
iktidarlar görmüştük. KOÇ gibi yurdumun en büyük şirketlerinden birinin adı
kendisinden önce gelen bienal utanmazca ve umarsızca “banka kurmanın yanında
banka soymak ne ki?” diye soruyordu saf kulaklara…
11.
binenalin kuratörlüğünü yapan ve kendilerini komünist
bir oluşum olarak niteleyen Zagrep’li kolektif WHW üyeleri, Express dergisinin Ekim
sayısında yayınlanan röportajlarında bu durumu şöyle açıklamışlardı:
“2009
Bienali için bizi seçtiler. Pazarlanabilir olduğumuzu düşündüler. Büyük
şirketler kendilerini eleştiren sanata sponsorluk yapmaktan gayet memnun. Çok
tipik bir durum değil mi? Düşmanını yanına çekmek diye bir şey var. Sistem,
üretmeye çalıştığımız eleştiriyi zimmetine geçirmeye çalışıyor”.
Doğru söze ne denir? Ama bu arkadaşlara neden
buna alet olduklarını ya da sanatın bağımsızlığı konusunda ne düşündüklerini de
sormak gerekiyor. Keşke burada olsalardı da koyu bir sohbete dalsaydık…
Neyseki bir dönem oldukça aktif olan
bugünlerde ise nerelerde olduklarını merak ettiğim Direnistanbul Kültür Komiserliği
alternatif bir iş çıkararak “İnsan Ne ile Yaşamaz?” diye sormuş ve ikaseveye
bir mektupla cevabını vermişti:
“11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin
kavramsal çerçevesini büyük bir ilgiyle ve yüzümüzde bir tebessümle okuduk.
İstanbul Bienali’nin politik meselelerle en ilgili sanat oluşumlarından biri
olmayı amaçladığını da uzun zamandır biliyoruz. Tesadüfe bakın! Bienal, bu
sene, yoldaşımız Brecht’ten alıntılar yapıyor, neoliberal hegemonyadan ve
küresel kapitalizmi durdurmaktan bahsediyor. Her ne kadar benzer sorunsalları
paylaşıyor olsak da, sanatın hiçbir zaman hayattan ayrı bir kategori olarak
varolamayacağını düşünüyoruz. Bu yüzden, size, Koç Holding gibi kendilerini
küresel sanatın sıcak sularında temize çıkarmaya çalışan silah satıcıları ile
işbirliği yapmamanız için yazıyoruz, sizi hayata, direnişin hayatına katılmaya
çağırmak için yazıyoruz.”
Direnistanbul grubu
bu mektupla da yetinmedi, bienalin açılışında sponsorların konuşmalarını havalı
kornalarıyla susturdular. Sonradan emek sineması için İKSV'nin festival
açılışında bu kez başkaları Bakan Ertuğrul Günay'ı hem de canlı yayında zartladılar
borazanlarla.
Her
şeyi hatırlamak, hafızamızla direnmek…
Belki
bu yılki bienal açılışında Direnal yoktu ama bir başka oluşum; Kamusal Sanat
Laboratuvarı, yaptıkları yaratıcı protestoyla yüreklere su serpti. Zira geçen bienalin açılışını tam da 12
Eylül’e denk getiren bienalin biricik sponsoru KOÇ, aynı zamanda “darbelerin
yılmaz savunucusu” unvanını hak eden bir holding.
17
Eylül günü “iş ve sanat dünyamızın” en panpa liderlerinin katıldığı basın
toplantısına giden KSL, en hakiki koç Vehbi Koç’un, darbenin hemen ertesinde, 3
Ekim 1980 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı ve “Emrinize amadeyim paşam”la biten
mektubunu bienal kartlarına basarak gün ışığına çıkardı. Kazıyarak okunabilen
kartları, orada bulunan Mustafa Koç’undan Bülent Eczacıbaşı’na, küratörlerinden
sanatçısına kadar herkese veren KSL üyeleri, bu arkadaşların kartları kazıyınca
aldıkları yüz ifadelerini kameraya çekmekten de geri durmadı.
Video 1: “İSİMSİZ”
Parasız girme şansınız varsa sergileri görün!
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demeyin, hemen cellalenmeyin! Zira bienalde gerçekten feyz alacağınız, sizi kendinize getirecek birçok çalışma var. Süperstar sermayeyi yanına alan ikaseve sınırsız giriş biletini ucube bir rakamla 50 tl’den satsa da, bir yolunu bulup ücretsiz girebilecekseniz bu fırsatı ötelemeyin. (Bu arada yeri gelmişken öğrenci, öğretmen, 65 yaş üstü teyze-amcalara bile girişin ücretsiz olmadığını, “indirimli” tarifeyle 8 tl’den satıldığını belirtelim!)
Sergideki çarpıcı işlere gelince… Meksika’dan Abraham Cruzvillegas’ın 1968-2009 arası Latin Amerika’daki özgürlük hareketine ait afişlerden oluşan çalışması, Meksika devriminde aktif rol oynayan İtalyan sanatçı Tina Modotti’nin fotoğrafları, Camilo Yanez’in Şilili sanatçı Victor Jara’nın işkenceyle öldürüldüğü stadyumu gösteren video çalışması, Ala Younis’in her ülkeden kurşun askerleri, Filistinli Bisan Abu-Eisheh’in bombalanan evlerden topladığı parçalarla oluşturduğu sergisi görülmeye değer.
Tabii sergiyi gezerken, sanki güllük gülistanlık bir ülkede yaşıyormuşuz gibi, hiiiiç darbe görmemişiz gibi, Türkiye’den toplumsal muhalefete, savaşa, etnik soykırıma, işkenceye, kadına yönelik şiddete… vesaireye dair bir iş görmeyi ummayın, ummanda boğulursunuz.
İşte bu bir başlangıç olabilir…
Yazımı,
yine bienalde olan ve beni benden alan bir çalışmadaki sözlerle bitirmek
istiyorum sevgili okur:
“Duygusal ortamımız zayıf
ve tehlikeli. Sanatsal çalışmalar bunu değiştiremez, fakat deşifre edebilir. Aynı
zamanda bir görüş belirtebilir, bizden hiçbir zaman istenmeyen görüşümüzü…
Kurbanların sayısı daha şimdiden
o kadar fazla ki, bir diğerinden dolayı sarsılmak hata olacaktır. Adaleti
istemek patetik olacaktır: bir kurban için tek adalet intikamdır ve intikam
savaşı besler.
İktidarın şiddeti artık
bir felaket değil, önemli bir şeyin semptomudur: en isyankâr hallerimizi bile
şekillendirmiş olan demokratik yalanın sonunun. Bizi içeren savaşın temel bir
özelliği var, bir dizi yaralı gibi görünüyor olmanın gerçeği. Bu hepimizi suçlu
kurbanlara dönüştürüyor. Kendi ülkemizde bizi yabancı haline getiriyor. Yaşadığımız
istisna hali kural haline geldi ve bundan sağ çıkabilmenin tek yolu geride
kalan tüm imkânlarımızı kullanarak korkumuzu geride bırakmak ve iktidarın
terörünü hor görmek.
Her şeyi
hatırlamak, hafızamızla direnmek, egemenin susturduğu hikâyeleri anlatmak,
kendi güvenlik fikrimizin kurbanları olmayı reddetmek, işte bu bir başlangıç
olabilir.”
(Jean Charles de Menezes için Ağıt)
Carton Piyer
*İnternette
okumaya çalıştığımız neredeyse her haber bienal reklamıyla açılıyor. Diyor ki o
reklam: “Bakmadan göremezsin, görmeden bilemezsin”. Neyse ki biz gözlerimizle
değil hafızalarımızla görüyoruz.
Enfes!!! Tebrikler C. Piyer. IKSV'dekiler de okusun diyecegim ama nasilsa utanmalari yok, okusalar ne olacak.
YanıtlaSilzor spas adsız. ikaseveciler okumaz, okusa da umursamaz, zira bilmedikleri şeyler diil yazdıklarımız... ama bir kişide bile sanatın bağımsızlığı konusunda fikir oluşturabildiysek ne mutlu merhaba canım diyene (carton piyer)
YanıtlaSilbenim bilgi birikimim ya da zekam mı yetmiyor anlamadım burda sanatı insanlara sunmanın neresi yanlış ki,ki öğrenci olarak o sergiyi ücretsiz gezebildim,şu bir gerçek ki kapitalist bi dünyada yaşıyoruz malesef ki hayallerimiz dünyasındaki gibi özgürlükler,eşitlik,adalet yok.ama dünyayı varolan düzene göre eleştirmek gerekir ütopyalarımıza göre değil.zannediyorum siz iksv'cilere kızarken -doğrusu kapitalist düzene- ayağınızda nike ayakkabı vardır.
YanıtlaSil